"Spor, dünyayı değiştirecek güce sahiptir ve çok az şeyin sahip olduğu birleştirici güce..."

ÜSSK - BİR TAKIMDAN DAHA FAZLASI...
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam33
Toplam Ziyaret150163
Takip Ediniz
    https://www.facebook.com/uskudarsusporlari
ERSİN SÜEREN
sueren11050@yahoo.com
ARABA VAPURUNU KİM İCAT ETMİŞ ?
16/07/2014
ARABA  VAPURUNU  KİM  İCAT  ETMİŞ ?
 
İki binli yılları başı idi; Arnavut köyden- Eminönü'ne  giderken kimi zaman Üsküdar-Kabataş arasında , kimi zaman da Sirkeci-Harem arasında, benzerlerinin irisi deniz yollarının bir araba vapuru  kıç ve bordasında büyük beyaz harflerle yazılı ' HÜSEYİN HAKİ ' isminden dolayı dikkatimi çekerdi.   
 
Kimdir bu Hüseyin Haki ?
 
T.D.İ.'de ( Türk Denizcilik İşletmesi ) tanıdıklara sorduk, soruşturduk. Kimi, "Her halde İşletmenin büyüklerinden biridir" dedi. Kimisi de " İşletmenin müdürlerinden biridir" dedi. Kısa bir müddet sonra Boğaziçi Arnavut-köyünde ki AGİT Araştırma Kütüphanesinde Hüseyin Haki'nin 1866 yılında Şirket-i Hayriye'nin (İstanbul Şehir Hatları Yolcu Gemilerinin) genel müdürlüğüne getirildiğine dair bir yazıya rastladım. Beşiktaş'ta ki Deniz Müzesinin mini kütüphanesinin kartoteklerini de karıştırınca bakın neler çıktı:  Türklerin tarih boyunca hiç bir icatları yoktur diyenlere ithaf olunur. Bilin bakalım dünyamızda ilk araba vapuru projesini çizen ve sefere koyup kullanan hangi ulustur?
Cevap: Çizimcisi Şirket-i Hayriye umum müdürü Hüseyin Haki efendi. İlk defa makineli (kendinden müteharrik) olarak sefere koyup kullanan da Osmanlı Devletidir.
  
 
Hüseyin Haki efendi Girit'in Hanya eşrafından cami mütevellisi Mehmet efendinin oğludur. 1825'te doğmuş,dokuz yaşında iken yetim kalmış, amcası tarafından tahsili için Mısır'a gönderilerek orada Medrese-i Khankah'da okuyarak Türkçeden başka çok iyi Arapça ve Fransızca öğrenmiştir. Zeka ve kabiliyeti ile kısa zamanda meşhur Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın gözüne çarpmış ve oğlu Halim Paşaya Fransızca öğretmeye memur edilmiştir. O sırada Kavalalı Mehmet Ali Paşanın kızı Zeynep hanımefendi ile Yusuf Kamil Paşa'nın düğünleri yapılır. Çalışkanlığı ve sadakati ile tanınan Haki efendiyi  yeni evlilere kahya tayin ederler. ( Bu Zeynep hanımefendi Üsküdar'da ki 'Zeynep Kamil' hastanesini yaptırmış olan hayır sever, son derecede aydın biridir. İstanbul Üniversitesi'de uzun müddet Dar-ül Fünun adı altında bu Zeynep hanımın Veznecilerde ki konağında barınmıştır.) Çok geçmez Kavalalı Mehmet Ali Paşa ölür; yerine küçük oğlu Abbas Hilmi Paşa (1813-1854) geçer ve çekemediği eniştesi Kamil Paşa'yı Sudan'a sürmeye kalkar. Haki efendi bu olayı gizlice İstanbul'a duyurur. İşe saray karışır, Kamil Paşa Padişah'ın iradesi ile kurtarılarak İstanbul'a getirilir. Zeynep hanım'da Mısır'dan gelerek kocası ile birleşir. Hüseyin Haki efendi yeniden bu çifte kahya tayin edilir. 1850'de Şirket-i Hayriye kurulunca Haki efendi şirketin idare meclisi reisliğine tayin olunur. 1866'da Şirket-i Hayriye'ye umum müdür olarak tayin edilir. 
 
Balkanların kaynadığı o yıllarda Anadolu evlatlarımız uzun yollardan yürüye-yürüye Üsküdar'a geliyor burada ahşap mavnalara binerek buharlı vapurların yedeğinde Boğazın karşı yakasına geçip belki de bir daha dönemeyecekleri Avrupa Türkiye'sinin sınır boylarına doğru yollarına devam ediyorlardı.  Piyadeler iyi-kötü ahşap mavnalara doluşup Boğazın Avrupa yakasına geçiyorlardı. Ancak süvarilerin hele topçuların Boğaziçi'nde karşıdan karşıya geçebilmeleri imkansız denilebilecek zorluklar ile yapılabiliyordu. Askerlerimiz İmparatorluğun merkezine bin bir zorlukla geldikten sonra Boğaziçi'nin Asya yakasında yığılıp kalıyorlardı. Hüseyin Haki efendi 1869 da şimdi ki adı ile T.D.İ. Şehir Hatları vapurlarının genel müdürü iken Üsküdar'dan Rumeli yakasına asker nakliyatında ki sıkıntıyı çok iyi bilmektedir ve bu işi kolaylaştırmanın bir çaresini aramaktadır.
Bir gün Haki efendi şirketin memurlarından İskender efendiyi yanına çağırtır. Haki efendi eline bir kalem alarak önündeki kağıda o zamanın yandan çarklı vapurlarından birinin tekne taslağını çizer. İskender efendiye göstererek sorar, " Böyle vapurlarımız var ya, yolcu ve hatta yük taşıyoruz ya". Haki efendi önündeki kağıda çizmiş olduğu gemi resminin baş ve kıç taraflarına kocaman birer menteşeli kapak resmi çizer. Sonra da İskender efendiye dönerek, " Bak" der". " Yolcu sıraları olmasa, vapurun baş ve kıçına böyle bir kapak birer köprü taktıracak olsak bu köprülerin ucunu yere indirsek, atlar, arabalar bu kapağın üzerinde yürüyerek vapura kolayca binemezler mi?" İskender efendinin gözleri parlar, " kolayca biner ve kolayca inerler efendim" der ve böylece dünyada ilk hakiki araba vapuru, ilk 'Self Propelled Ferry Boat' ( kendinden müteharrik araba vapuru) doğmuş olur. 
 
Haki efendi İskender efendinin yanına şirketin genel tamir işlerinde tecrübeli Mehmet ustayı da katar. Her birine iki yüzer Osmanlı altını harçlık verir ve ikisini de beraberce İngiltere'ye gönderir. Tersanede İskoç gemi mühendis ve ustaları getirilen araba vapuru skecini ve buluşu çok beğenerek sekiz bin altın liraya böyle bir gemi yapmağı kabul ederler. Üç ay içinde kızaktan inip tamamlanan gemi bir İngiliz kaptana verilerek İstanbul'a yollanır.
Tekne küçüktür. Az su kesmektedir. Üstelik yüklü olmayıp safrası da yoktur. Şiddetli havalarda fena halde yalpaya düşer. Nihayet zorlu bir yolculuktan sonra İstanbul'a varılır. İngiliz kaptan gemiyi teslim eder ve anlatıldığına göre yakasını silkerek, "Bir daha mı!" der.
Haki efendinin buluşu meyvesini vermiştir. Dünyada o zamana kadar başka bir eşi olmayan ilk araba vapuru sularımıza gelmiş ve şanlı bayrağımızı taşımaya başlamıştır. Bu ilk araba vapurunun künyesi şöyledir:
 
Numara : Şirket-i Hayriye 26
Adı          : Suhulet (Kolaylık)
İnşası      : 1870 (1286)
Hacmi    : 275 Tonilato
Sürati     : 8 Dz. Mili
İstiabı     : Bir seferde 1000 insan, 13 manda veya muhacir arabası, 130 beygir veya sığır.
Maliyeti : Tekne ................. 4672.5 Altın
                   Makine............... 2640.- Altın
                   Teçhizat ve Geliş... 637.5  Altın  
                    Toplam............... 8000.- Altın      
 
  
 
Ancak bu vapurun kendi gelmeden şöhreti gelivermiştir. Zamanın Takvim-i Vakayı gazetesinin 46 no: lu sayısına göre böyle bir geminin geleceği ve hizmete gireceği haberi iki kıyı arasında yük ve insan taşıyan mavnacıların hiçte hoşlarına gitmemiştir. Bunlar zaten evvelden beri Şirket-i Hayriye'ye kızgındırlar. Fırsat buldukça vapurlara çapariz verip önünü keserler, hatta kaçıp kurtulabilecek yerlerde vapurları taşa tutup yolcuları taciz ederlerdi. Bir araba vapurunun geleceği duyulunca mavnacılar toplanarak bu vapuru işlettirmemeye karar verirler. Haki efendi onlardan haberdardır ve işini sağlam tutmaya kararlıdır. Gider. Şeyh-ül İslam efendiyi bulur ve derdini anlatır. Şeyh-ül İslam efendi açık fikirli, cesur bir adamdır. Derhal fetva emini efendiyi huzuruna çağırtıp, zemin ve zamana uygun, şiddetlice bir fetva yazdırtıp tatbik mührünü basar.  O sırada Üsküdar'a Balkanlara gidecek bir topçu kıta'sı  gelmiştir. Tecrübe seferi olarak 26 no:lu Suhulet'in bu kıtayı Kabataş'a geçirmesine karar verilir. İstanbul da ismi tanınmış kim varsa Kabataş'ta toplanmıştır. Araba vapuru gelin gibi süslenip Üsküdar'a gönderilir. 26 no süzüle, süzüle gider Üsküdar'a varır ama kıyıya yanaşamaz. Mavnacılar ahşap teknelerini üç-dört sıra sahile dizmişler zincirlerle tekneleri bağlayıp çifte demir atarak  karaya çıkmış, Üsküdar meydanını çevreleyen çardaklı kahvelere kurulmuşlardır. Meraklı halk da Üsküdar meydanına birikmiştir. İşin acı ve acıklı tarafı bir zamanlar Sabanca Gölünü İzmit Körfezine; İdil Nehrini de Don Suyuna bağlattırmayanların torunları da gelmiş bu halkın arasına karışarak bilgiden yoksun fikirleri ile kalabalığı bulandırmakta idiler. "Öyle ya, bu gavur icadı ateşle giden gemiyi, eski köye yeni adet kabilinden, getir-tipte ümmet-i Muhammet'in ekmeğine kesatlık vermek olur mu imiş".
 
Topçu kıtası da gelmiş meşhur Üsküdar çeşmesinin önüne yığılıp kalmıştı. Ancak Haki efendinin tedbiri eksik değildir.  Mavnacıların bekledikleri, Şirket-i Hayriye'den biri gelsin, "Yahu etmeyin, eylemeyin, şu kayıklarınızı çekin" diye yalvarsın. Onlar da, horozlana-horozlana, "dağılmazık, istemezük" diye diretsinler. Ancak olay hiçte böyle gelişmiyor. Uzun boylu, koca sarıklı ve heybetli bir hoca efendi büyük bir soğukkanlılıkla Üsküdar meydanında ki Mihr-i Mah Sultan camiinin merdivenlerinden iner ve kalabalığın ortasına gelir. Önüne iki basamaklı bir kürsü konan hoca efendi koynundan çıkardığı Şeyh-ül İslam fetvasını öpüp başına koyduktan sonra açıp, gür sesi ile, okumaya başlıyor. (Günümüzün anlaşılır dili ile) " Buhar ile gider-gelir yeni bir gemi yapılmıştır ki Tanrının yardım ettiği Muhammet askerlerini en kısa zaman içinde karşıdan-karşıya geçirebilir. Bu gemiye engel olmaya yeltenenler askerlerin çabucak sınırlara yetişip düşmanları karşılamalarına ve yurdu korumalarına zorluk vereceklerinden bunların yaptıkları işlerle gavura yardımcı ve kendileri de gavur olurlar mı? Olurlar. Bunların üzerine kılıç çekilip yok edilmeleri gerekir mi? Gerekir. Bunların ve bunlara yan çıkanların nikahlı karıları kendilerinden üç katlı boş olurlar mı? Olurlar. Doğrusunu da Tanrı bilir. 
Eh..... işte bu hiçte hesapta yoktu. Koca meydanda herkes buz gibi donup kalmıştı. Birden topçu kıtası kumandanının meydana at sürdüğü görüldü. At üstünde ki burma bıyıklı topçu binbaşısının sırtındaki pelerin rüzgardan açılmış lacivert ceketinin altın düğmeleri ile belinde ki Fil dişi kabzalı kılıcını tutan sırma kemeri pırıl-pırıl parlıyordu. Binbaşı bey meydanın ortasına gelmiş üzengileri üzerinde dikilerek yeri-göğü titreten bir sesle mavnacılara, "Size beş dakika vakit veriyorum. Ya derhal çözülüp dağılırsınız, ya da şimdi okunan fetva-i şerife fehvasınca vallah-il azıyım sizleri düşman bilip tamamen imha etmem gerekir" der. Ve... sonra başını bile çevirmeden verdiği emir işitilir, "Top indir".                Göz açıp kapayacak kadar kısa bir zaman içinde üç topluk yarım bir batarya sıradan çıkarak ortaya gelmiş, kundak bağlantılarını çözerek toprağa çakmış, numara neferleri yerlerini almışlar, cephane postası kurulmuş ve toplar atışa hazır hale getirilmişti.
  
 
Bir tek dakika bile geçmeden mavnacılar, yelken'e-kürek'e bakmadan zincir kesip, demir bırakarak teknelerini akıntıya koyuvermişler; o kara ağızlarından neler çıkacağı belli olan topların önünden yer yarılıp yere batmış olmaya çalışıyorlardı. Çok geçmeden 26 no: manevra yaparak dönüp gelmiş baştan kara yaparak çifte palamar verip kumluğa çakılı iri meşe kazıklara bağlanmıştı.    
Bir hoca efendi ortaya çıkıp ellerini göğe açarak kısa bir dua okur. Dinleyenler can-ı gönülden, "Amin" der. Palamarların dibinde iki Koç kurban edilirken enli hilal kılıcını çeken topçu binbaşısı, "İleri Arş" komutunu verir. Başta atının üzerinde yalın kılıcı ile binbaşı, altı topluk bir batarya, topları ve ağırlıkları ile beraber top çeken atların nalları gümbür-gümbür güvertede yankılanarak bir kaç dakika içinde topçu kıtası tümü ile araba vapuruna yerleşir. Mihr-i Mah Sultan camiinin işlemeli minarelerinden salalar yükselirken araba vapurunun genç kaptanı Ahmet efendinin sesi duyulur, "Bismillah Vira".
 
  
 
Bir yandan ön kapak kaldırılıp çözülen palamarlar loçalardan güverteye roda edilirken kıç demirini toplayan gemi  tornistan süzülerek Üsküdar kumluğundan uzaklaşır. Ahmet kaptanın köprü üstündeki makine dairesine bağlı bakır ses borusuna giderek sintinede sabırsızlıkla bekleyen baş makinist Hafız Mehmet ustaya emir verdiği görülür. " Bismillah..yarım yol.. tornayt.. (Turn Ahead). Meydanda herkesin gözü yaşlı, alkışlar göğe çıkmaktadır. 26 numara da sanki canlı imiş de o tarihi anı yaşıyormuşçasına o yılların lacivert Boğaziçi sularında süzüle-süzüle sancak alabanda pruvasını Kabataş'a doğrultur. Gemi güvertesinde zabitan atlarından, askerde top arabalarından inmemişler, yürüyüş kolu nizamını muhafaza ediyorlardı. Geminin düdüğü hiç durmadan çalıyor, Kabataş'takilere her şeyin yolunda olduğunu bildiriyordu. 26 no: Kabataş'a yaklaşınca kıyamet gibi kalabalık içindeki devlet erkanı koşuşup ön saflara geçtiler. Sahilde bekleyen merasim kıtasının asker dizileri dirsek vurarak hizaya geldiler. Saray bandosu (Mızıka-i Hümayun) yerini aldı. Kurbanlık Koçları iskele başına getirdiler. Göğsü nişanlarla dolu bir paşa atına binip kılıcını çekti ve " Hasss... Dur" komutu gürledi. Merasim askeri süngülü tüfekleri ile selam durdu. 26 no: geldi yanaştı; ön kapağı indirdiler. Mızıka (Bando) Marş-ı Osmaniye'yi çalmaya başladı. Önde yağız atı üzerinde o şehlevent  binbaşı olmak üzere topçu kıtası büyük bir intizamla gemiyi çabucak boşalttı. Binbaşı bey yalın kılıcı ile paşayı selamladıktan sonra Dolmabahçe yönüne dönerek kıtası ile beraber Taksim topçu kışlasının yolunu tuttu. Oluşan manzarayı görenler göz yaşlarını tutamıyorlardı. Kalabalık içinde bir Mabeyinci dolaşıyor, seçerek bazı zevatı Dolmabahçe sarayına, Huzur-u Hümayun'a davet ediyordu. Bütün o anlatılan ölçüsüz işlerine rağmen hassas ve hiç şüphesiz çok heybetli bir adam olan Sultan Abdül Aziz'in o gün keyfine sınır yoktu. Hüseyin Haki efendinin bu başarısından dolayı kendisine Rütbe-i Ala Sınıf-ı Sanisi asalet payesi ile üçüncü rütbeden bir kıta Nişan-ı Zişan-ı Mecidi verildi. Şeyh-ül İslam efendi hazretlerde büyük rütbeden bir nişanla mükafatlandırıldı. Bu olayda çorbada tuzu olanlara da rütbelerine göre birer nişan verildi. Gemiyi sularımıza getiren İngiliz kaptana da ücret ve bahşişinden başka, kıymetli bir halı hediye edilerek gönlü alınmış ve yolda gelirken denizde çektiği zahmetlerin acısı unutturulmak istenmişti. 
 
Bütün bu olaylar 1870 yılı baharında olmuştur. 144 yıl evvel Türkler dünyamızda bir ilki böyle başarmışlardır. Türk ulusunun atalarından miras kalan coğrafyada ebediyen yaşayabilmesinde çaba gösteren böyle insanların mekanını Cenabı Hak cennet eylesin. Amin...  
Dalgıç & Kaptan
Ersin Süeren                                                                                                                                                                  

                                                                               



3282 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Arabalı Vapur     22/07/2014 11:16

EWrsin Babacığım, yine muhteşem bir paylaşım. Yüksek müsaadenle, Lions toplantılarında "bilgi konuşması" yaparız, orada ismini de zikrederk paylaşacağım. Sevgiler, ellerinden öperim. Tamer Kunlar
TAMER KUNLAR

Yazarın diğer yazıları

476 YIL SONRA PREVEZE GERÇEĞİ( Bölüm 2) - 02/10/2014
476 YIL SONRA PREVEZE GERÇEĞİ( Bölüm 2)
476 YIL SONRA PREVEZE GERÇEĞİ( Bölüm 1) - 24/09/2014
476 YIL SONRA PREVEZE GERÇEĞİ (Bölüm 1)
Güneş Balçıkla Sıvanabilir mi? - 15/08/2014
Güneş Balçıkla Sıvanabilir mi?
Dalgıçlığın 1950'lere Kadar ki Kısa Tarihçesi ve SCUBA' YA Geçiş - 20/06/2014
Dalgıçlığın 1950'lere Kadar ki Kısa Tarihçesi ve SCUBA' YA Geçiş
Abbas Sakarya - 22/05/2014
Abbas Sakarya
AE2 & Sultanhisar - 25/04/2014
AE2 & Sultanhisar
18 Mart 1915 - 17/03/2014
18 Mart 1915
HAŞAŞİLER - 14/02/2014
1090-1272 HAŞAŞİLER
Rönesans Yorumu - 14/01/2014
Rönesans Yorumu
 Devamı